Bu topraklarda modern çağlarda öne çıkan bütün siyasi kavramlar gibi İslamcılık da Batı merkezli bir imalat olarak 19. Yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıktı, tıpkı diğer batı merkezli ideolojiler olan milliyetçilik, sosyalizm, kapitalizm, liberalizm, oryantalizm vs gibi. Devir, Batı sömürgeciliğinin ve yayılmacılığının hız kazandığı, güç devşirdiği ve kendi içinde büyük bir rekabetin başladığı ve bütün gezegenin Batı merkezli devletler ve ideolojiler üzere şekillendirilmek istenildiği zamanlardı. Ve elbette İslam dünyası da bu şekillendirmenin dışında tutulamazdı.
İslamcılık cereyanı dünya genelinde ulus devletlerin ortaya çıkmasına bağlı olarak hız kazandı denilebilir. Tüm dünyada olduğu gibi etnik ve dini temellere dayalı bağımsız devletler kurulması süreci bilhassa 1. Dünya Savaşı sonrasında hızlandı. Orta Asya’da ve Orta Doğu’da bağımsız ya da yarı bağımsız Müslüman ülkeler ve devletler kurulmaya başlanıldı. Önceleri Britanya İmparatorluğu kontrolünde kurulan bu devletler, süreç içerisinde daha bağımsız hale geleceklerdir.
1948’de İsrail devleti resmen kuruldu. Ama aynı günlerde Hindistan’dan kopartılan ve Müslümanların yoğun yaşadığı bir parça, elbette İngilizlerin programı dahilinde, Pakistan adlı bir İslam devleti olarak ilan edildi.
İsrail’in kuruluşu, bilhassa Ortadoğu’da yaşayan Arap halkı tarafından tepkiyle karşılandı ve Batı’nın bu İsrail hamlesine karşı kısaca BAAS adı verilen birleşik bir Arap devleti kurma fikriyatı öne çıktı. Libya, Mısır, Suriye, Irak ve hatta Pakistan ve Afganistan da bile, daha seküler, daha modern yönetimler ortaya çıktı ve İsrail/Siyonist programına bir cevap olarak pozisyon aldılar.
Batı/İsrail ittifakı, İslam dünyasındaki modernist/seküler yönetimleri etkisiz kılmak için islami yapıları finanse etmeye başladı. Bir anda İslam ülkelerinde Seyit Kutup gibi, İhvani Müslimin gibi, Mevdudi, Hasan El-Benna gibi İslamcı aktivist yazarlar ve siyasi yapılar öne çıkmaya ve güçlenmeye başladılar.
Ve 1970’lerin sonlarından itibaren İslam dünyasındaki modern devlet yapıları ve yönetimleri bir şekilde yıkılarak, yerlerine İslamcı radikalizmi savunan yönetimler getirildi. Mısır’da Enver Sedat, Pakistan’da Zülfikar Ali Butto öldürüldü. 1979’da İran’da radikal İslamcı Humeyni İran’ın başına geçti ve Afganistan Ruslar tarafından işgal edildi ve süreç içerisinde Taliban gibi İslamcı örgütlerin işgaline uğradı. Ve Türkiye elbette bu sürecin dışında kalamazdı, 12 Eylül 1980 darbesi ile Türkiye daha İslami hassasiyetlerin öne çıkacağı, daha İslamcı hükümetlerin ve kadroların iş başına getirileceği, bir dönemin içine sokuldu. 1980’den itibaren Filistin ve Irak’taki seküler/modernist yapılar da yine zayıflatılacak ve İslami hareketler güçlendirilecektir.
Özet olarak, 1948’den bu günlere kadar bu coğrafyada, yani İslam dünyasında olup biten ne varsa, bunun iki sebebi vardır; birincisi İsrail’in kurulması, yaşatılması ve büyütülmesi, ikincisi de elbette Soğuk Savaş iklimidir. Bu iki süreç en başa tutturulmadan bu topraklarda olan biten hiçbir şeyi anlayamayız ve yerli yerine oturtamayız. Ama şurası çıplak bir hakikat olarak ortada duruyor ki, 1948’den bu yana mevzi kaybedenler hep Müslüman ülkeler oldu ve güçlenerek topraklarını genişleten de hep İsrail oldu.